Yeşil Maske, Gri Gerçeklik: İklim Kanunu ve Sessiz Gözetim Düzeni
Ama bazen asıl mesele, kanunun ne dediğinden çok, neyi sakladığıdır.
Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarıyla gündeme gelen ve Meclis’te çalışmaları yürütülen İklim Kanunu, Türkiye adına “çevresel bir devrim” olarak sunuluyor. Hatta bu alanda dünyaya örnek olacağımız bile söyleniyor. Ne var ki bu ifadeler kulağa ne kadar güzel gelirse gelsin, arkalarında çok katmanlı bir sistemin sessiz ayak seslerini duymak mümkün.
Bir Gözetim Modeli Olarak “İklim Dostu” Dünya
Bu noktada Michel Foucault’nun meşhur “Panoptikon” metaforu devreye giriyor. Bentham’ın 18. yüzyılda tasarladığı bu hapishane modelinde, merkezde bir gözetleme kulesi vardır ve etrafındaki mahkûmlar sürekli izlenip izlenmediklerini bilmeden yaşarlar. Bu belirsizlik, onları kendi kendini denetleyen bireylere dönüştürür. Zamanla gözetleyen ortadan kalkar; birey, kendi gardiyanı olur.
Peki bugün, iklim koruma bahanesiyle getirilen dijital takip sistemleri farklı mı?
Dijital para kullanımı yaygınlaştıkça, her harcamamız, her tercihimiz kayda geçiyor. Hangi ürünü aldınız, nerede yediniz, ne kadar tükettiniz… Hepsi sistemde.
Karbon ayak izi hesapları bireyleri “iyi” ya da “kötü” tüketici olarak sınıflandırıyor. Araba mı kullandınız? Et mi yediniz? Tatil mi yaptınız? Karbon puanınız düşüyor. Belki bir gün size, “bu ay fazla karbon saldınız, dışarı çıkmanız uygun değil” denilecek. Bilim kurgu değil bu; Avrupa’da bazı şehirlerde bu uygulamalar test aşamasında.
Mülkiyetsizlik kavramı ise artık açıkça konuşuluyor. “Bir şeyin sahibi olma” fikri, yeni dünya düzeninde lüks sayılıyor. ‘Hiçbir şeye sahip olmayacak ve mutlu olacaksın’ mottosu artık bir fantezi değil, bazı politikaların resmi dili haline gelmiş durumda.
Ve tabii yapay et, sentetik gıdalar… İnsan doğasına uzak, büyük şirketlere bağımlı bir beslenme düzeni. Çünkü doğal üretim “çevreye zarar veriyor”.
Özgürlüğün Bedeli: Doğa mı, İnsan mı?
Burada sorulması gereken soru çok basit ama derin: Çevreyi korumak adına bireyin tüm yaşam tarzına müdahale etmek meşru mudur?
Eğer bu yasanın sonunda;
Ne kadar yemek yiyeceğimizi,
Ne zaman nereye gideceğimizi,
Ne satın alacağımızı,
Nerede çalışıp nasıl tüketeceğimizi
bir algoritma belirleyecekse, o zaman bu kanun yalnızca çevreci değil, otoriterdir de.
Üstelik bu sistemler genellikle gelişmekte olan ülkelerde önce test edilir. Çünkü halkın itiraz gücü sınırlıdır, medya kontrol altındadır, muhalefet etkisizdir. Türkiye gibi ülkeler bu yüzden “pilot bölge” olmaya adaydır.
Modern Kölelik: Dijital Panoptikon
Eskiden kölelik bile daha somuttu. Bugün ise birey, gönüllü olarak teslim oluyor sisteme. Yeşil bir maske ardına gizlenmiş gri bir dijital hapishane kuruluyor. Her şeyin görünürde çevre adına yapıldığı bir düzen ama merkezde ne doğa var ne de insan.
Varlığımız ölçülüyor, tüketimimiz puanlanıyor, doğamız sistemle şekillendiriliyor. Bu artık bir özgürlük meselesi değil, bir varoluş meselesi.
Son Söz: Tartışmak Hakkımız
Bu yazıyı okuyan biri “ama doğayı korumalıyız” diyebilir. Haklı. Ama mesele, doğayı korumakla bireyi dizginlemek arasındaki o ince çizgide. Biz bu çizgide durup, “neden?” diye sormazsak, çok değil on yıl sonra kendimizi bir dijital kafesin içinde, “yeşil” duvarlara baka baka yaşarken bulabiliriz.
İklim Kanunu’na karşı olmak çevreye düşmanlık değildir. Aksine, insanı merkez alan bir çevre politikası talep etmektir. Çünkü doğayı insan olmadan koruyamayız.